DÜŞÜNCELER KAYDEDİLEN BEYİN DALGALARINDAN ANLAŞILABİLECEK

ABD’li bilim insanları, beyin dalgalarını bilgisayara aktarabilen ‘iBrain’ adını verdikleri bir cihaz üzerinde çalışıyor. Başarılı olunması halinde, ünlü İngiliz fizikçi Stephen Hawking’in düşünceleri doğrudan beyin dalgalarından anlaşılabilecek...Devamı

4 Nisan 2012

Din, Evrim Ve Kendinden Geçmenin Coşkusu

Bugünkü konuşmam, insanların kendilerini ruhani olarak görmelerinin asıl nedeniyle, ya da asıl nedenlerden biriyle ilgili. Bugünkü konuşmam kendinden geçmekle ilgili. İnsan olmanın temel gerçeği, bazen benlik kavramı ortadan kayboluverir. Ve bu gerçekleştiğinde, ortaya çıkan duygu coşku vericidir ve biz bu duyguları açıklamak için metaforlar yaratır dururuz. Yukarı çekildiğimizi ya da yükseldiğimizi söyleriz...



Din, evrim ve kendinden geçmenin coşkusu 

(Religion, evolution, and the ecstasy of self-transcendence)

Size bir sorum var:
- Dindar mısınız? Kendinizi dindar olarak görüyorsanız lütfen şimdi elinizi kaldırın.
Bakalım; sanırım yüzde üç ya da dört kadar. Bir TED konferansında bu kadar inananın olduğunu bilmiyordum. Peki, başka bir soru:
- Herhangi bir şekilde ruhani olduğunuzu kabul ediyorsanız elinizi kaldırın. Tamam, bu çoğunluğu oluşturuyor...


Bugünkü konuşmam, insanların kendilerini ruhani olarak görmelerinin asıl nedeniyle, ya da asıl nedenlerden biriyle ilgili. Bugünkü konuşmam kendinden geçmekle ilgili. İnsan olmanın temel gerçeği, bazen benlik kavramı ortadan kayboluverir. Ve bu gerçekleştiğinde, ortaya çıkan duygu coşku vericidir ve biz bu duyguları açıklamak için metaforlar yaratır dururuz. Yukarı çekildiğimizi ya da yükseldiğimizi söyleriz.

Bunun gibi soyut bir şeyi iyi somut bir metafordan başkası açıklayamaz. İşte bugün kullanacağım metafor. Zihni, çoğunu bildiğimiz odalardan oluşan bir ev gibi düşünün. Ama birden bire hiç olmayan bir yerden bir kapı oluşuverir ve bu kapı merdivenlere açılır. Merdivenleri tırmanırız ve değişmiş bir bilinç durumunu yaşarız.

1902'de, büyük Amerikan psikolog William James dini deneyimlerin türlü çeşidini yazmıştı. Her çeşit durum çalışmalarını topladı. Bu değişik deneyimleri yaşayan insanların sözlerini yazdı. Benim için en heyecan vericisi Stephen Bradley adlı genç adamın, 1820'de İsa'yla karşılaştığını sanıyor olmasıydı. Ve Bradley bu konuda şöyle demişti.

(Video) Stephen Bradley: Bir saniye için, kurtarıcıyı odada insan formunda gördüğümü sandım, kolları açık, bana "Gel." diyordu. Ertesi gün sevinçten titriyordum. Mutluluğum o kadar büyüktü ki, ölmek istediğimi söyledim. Duygularımın içinde bu dünyaya yer yoktu. O ana kadar, çok bencil ve kendini beğenmişin tekiydim. Ancak o an, tüm insanlık için iyi şeyler isteyip hisseden bir kalple tüm düşmanlarımı affedebildim.

JH: Bradley'nin küçük ahlaki benliğinin merdivenleri çıkarken nasıl öldüğüne bir bakın. Ve bu yüksek seviyede sevgi dolu ve affedici birine dönüşüyor. Dünyadaki bir çok din, insanları merdivenlere tırmadırmak için yöntemlere sahip. Kimisi benliği, meditasyon kullanarak kapatıyor. Kimisi halüsinojen ilaçlar kullanıyor. Bu, 16. yy Aztek yazısından; psilosibin mantar yemek üzere olan bir adamı ve aynı anda tanrı tarafından merdivenlere çekilişini anlatıyor. Kimisi kendinden geçebilmek için dansı, dönmeyi, daireler çizmeyi kullanıyor. Ama merdivenleri çıkmak için bir dine ihtiyacınız yok. Çoğu insan doğada kendinden geçiyor. Diğerleri benliklerinden çılgınlıklarla kurtuluyor.

Hepsinden de tuhaf olan bir yer ise; savaş. Birçok kitap savaş için aynı şeyi söylüyor. Hiçbir şey, insanları savaşın yaptığı gibi bir araya getiremez. Ve bu bir araya geliş sıradışı kendinden geçme deneyimlerini mümkün kılıyor. Glenn Gray'in kitabından bir pasaj çalacağım. Gray 2. Dünya Savaşında Amerikan ordusundaydı. Ve savaştan sonra birçok askerle röportaj yaptı ve savaşan adamların deneyimleri hakkında yazdı. İşte merdivenleri anlatan anahtar bölüm:

(Video) Glenn Gray: Eski askerlerin çoğu savaş esnasındaki ortak deneyimlerinin hayatlarının en üst noktası olduğunu söyler. "Ben", farketmeden "Biz"e dönüşür; "benim" yerine "bizim" gelir ve bireysel inanç merkezi önemini yitirir. Bunun, ölümsüzlük teminatının o anlarda kendini kurban etmeyi kolaylaştırmasından daha önemsiz olduğunu sanmıyorum. Düşebilirim, ama ölmem, bunun için içimdeki gerçek ben ilerler ve onlar için hayatımdan vazgeçtiğim dostlarımla yaşamaya devam eder.

JH: Tüm bu durumların arasındaki ortak özellik öz-benliğin incelmesi ya da eriyip gitmesi ve bu çok çok iyi hissettiriyor, normal hayatlarımızı yaşarkenki hiçbir şeye benzemiyor. Canlandırıcı bir his yaratıyor. Yükseldiğimiz fikri, Fransız sosyolog Emile Durkheim'ın yazısında anafikirdi. Hatta Durkheim bizi birbirini tamamlayan, iki seviyeli insan olarak tanımlıyor. Bunun bir alt seviyesine dindışılık seviyesi diyor. Dindışı kutsallığın zıttı oluyor. Sadece sıradan anlamına geliyor. Ve sıradan hayatlarımızda bireysel olarak varoluyoruz. Bireysel arzularımızı tatmin etmek istiyoruz. Bireysel hedeflerimizi gerçekleştiriyoruz. Ama bazen bu seviyenin değişimini tetikleyen bir şeyler oluyor. Bireyler birleşiyor ve bir takım, bir hareket ya da bir ulus oluyorlar, tek tek parçalarından çok farklı bir oluşum.

Durkheim bu seviyeye, kutsallık seviyesi diyor çünkü, dinin işlevinin insanları bir grup içinde, ahlaki bir topluluğa dönüştürmek olduğuna inanıyordu. Durkheim bizi birleştiren her ne ise kutsallık havasında yükseldiğine inanıyordu. Ve insanlar kutsal bir değerin ya da nesnenin etrafında döndüklerinde, onu savunmak için de beraber savaşabilecek bir takım oluveriyorlar. Durkheim yoğun ortak duygularla ilgili "Hepimiz biriz" mucizesini yaratabildiğini ve bireylerden bir grup oluşturabildiğini yazmıştı. 2. Dünya savaşı bittiğinde Britanya'daki ortak neşeyi bir düşünün. Tahrir Meydanı'ndaki bir diktatörü deviren ortak öfkeyi. Ve 9/11'den sonra hepimizi bir araya getiren hepimizin hissettiği ortak acıyı.

Nerede olduğumuzu özetleyecek olursam; Diyorum ki, kendinden geçme kapasitesi sadece insan olmanın doğasında var. Kafamızın içinde var olan bir merdiven metaforunu kullanıyorum. Hepimizin aslında birbirini tamamladığını ve bu merdivenlerin bizi dindışı seviyeden kutsallığa taşıdığını söylüyorum. Bu merdivene tırmandığımızda, benliğimize olan ilgi azalıyor, daha az bencil oluyoruz ve bu bizi daha iyi, daha asil ve yükselmiş hissettiriyor.

Şimdi benim gibi sosyal bilimciler için milyonluk sorumuza gelelim: Bu merdiven evrimsel tasarımın bir parçası mı? Doğal seleksiyonun, ellerimiz gibi birer ürünü mü? Yoksa sistemdeki bir virüs mü -- bu dini şeyler, beynimizde bir şeylerin ters gitmesiyle oluşan bir hata mı -- Jill bir felç geçirdi ve bu dini deneyimi yaşadı, bu sadece bir hata mıydı?

Din üzerine çalışan bilimadamları böyle diyorlar. Mesela, Yeni Ateistler dinin parazit gen taklitlerinden ortaya çıktığını iddia ediyor, bu parazitler zihnimize giriyor ve her türlü çılgın dini şeyi yapmamızı sağlıyor. Kendimizi yok eden şeyler, mesela intihar bombacılığı. Yine de, kendimizi kaybetmenin bize ne yararı var? Nasıl oluyor da organizmalar kişisel çıkarlardan vazgeçmenin edinilmesi gereken bir özellik olduğuna karar veriyor? Şöyle göstereyim.

"İnsanın Türeyişi" kitabında Charles Darwin ahlakın evrimi üzerine çok şey yazmıştı -- nereden geldiğini ve neden sahip olduğumuzu. Darwin erdemlerimizin çoğunun kendimize az yararı olduğunu, ama içinde yaşadığımız gruplar için yararlı olduğunu söyler. İlk insan kabilelerinden ikisinin iletişime geçip, rekabete başladığı bir senaryosu vardı. Şöyle anlatıyor: "Eğer bir kabilede hatrı sayılır sayıda cesur, anlayışlı ve inançlı üyeler varsa ve bunlar birbirlerini korumaya hazırlarsa bu kabile başarılı olur ve diğerini fetheder." Şöyle devam ediyor: "Bencil ve çekişmeli bir halk birbirine tutunamaz ve birlik olmayınca hiçbir etki yaratılamaz." Başka bir deyişle, Charles Darwin grup seleksiyonuna inanıyordu.

Bu fikir, son 40 yıldır tartışmalı bir konu olmuştur, ama bu yıl büyük bir sonuca bağlanmak üzere, özellikle E. O. Wilson'ın kitabı nisanda çıktıktan sonra, bizim ve bazı başka türlerin grup seleksiyonunun ürünleri olduğumuz konusunda iddialı bir kitap. Ama bu konuyu düşünmenin yolu çok-seviyeli bir seçim.

Şimdi bir de bu yönden bakın; Kendi grubunuz içinde ve başka diğer gruplarla rekabet içerisindesiniz. Bir üniversite kürek takımı. Bu grup içinde rekabet var. Birbiriyle yarışan gençler var. En yavaş kürekçiler, en zayıfları, takımdan çıkarılacaklar. Ve bu gençlerin sadece birkaçı bu spora devam edecek. Hatta biri olimpiyatlara bile katılabilir. Yani takım içinde, benlikleri birbirlerine karşı yarışıyor. Ve bazen, birisinin diğerlerini sabotaj etmesi kendisine avantaj sağlayabilir. Belki de koça en iyi rakibini kötüleyecek. Ama bot içindeki bu rekabet sürerken, botlar arası bir yarışma da devam ediyor. Ve bu çekişmeli gençleri başka bir botla yarışsın diye bir bota koyduğunuzda, ortak çalışmak dışında bir şansları kalmıyor çünkü, artık aynı bottalar. Sadece takım olarak çalıştıklarında kazanabilirler. Size klişe gibi gelebilir, ama bunlar derin evrimsel gerçekler.

Grup seleksiyonuna karşı kullanılan argümanlar her zaman şöyle olmuştur:
Grup içerisinde ortak çalışanların olması çok iyi ama ortak çalışanlar varsa, diğerlerinin çalışmalarını sömürerek üstünleşecek beleşçiler de ortaya çıkacaktır. Şöyle açıklayayım; küçük organizmalardan oluşan bir grubunuz var -- bakteriler olabilir, hamsterlar olabilir; ne olduğu mühim değil. -- ve diyelim ki bu küçük grup ortak çalışmak üzere evriliyorlar. Gayet iyi. Birbirlerine destek olup koruyorlar, beraber çalışıyor ve rahatlığa ulaşıyorlar. Bu simülasyonda göreceğiniz gibi, kazanç noktalarına ulaştıklarında, büyüyorlar ve boyutları iki katına ulaşınca, bölünüyorlar ve böylece çoğalıyorlar ve nüfus artıyor.

Ama diyelim ki, bir tanesi mutasyona uğruyor. Geninde bir mutasyon oluşuyor ve bencil bir yol izlemeye programlanıyor. Diğerlerini kullanmaya başlıyor. Ve bir yeşil, maviyle karşılaşınca, yeşilin büyüdüğünü ve mavinin küçüldüğünü görüyorsunuz. İşler bu şekilde yürüyor. Sadece bir yeşille başlıyoruz ve diğerlerine ulaşınca güçlerini, puanlarını ya da yiyeceklerini alıyor. Ve kısa zamanda, ortak çalışmacılar tükeniyorlar. Beleşçiler herşeyi ele geçiriyor. Eğer bir grup beleşçi problemini çözmezse ortak çalışmanın faydalarından yararlanamaz ve grup seleksiyonu başlayamaz.

Ancak, beleşçi probleminin çözümleri var. O kadar da zor bir problem değil. Aslında, doğa bunu pek çok kez çözdü. Ve doğanın en sevdiği çözüm herkesi aynı bota koymak. Mesela, her hücrede mitokondrinin neden kendi DNA'sı var? Neden çekirdeğin DNA'sından tamamen ayrı? Çünkü ikisi eskiden ayrı yaşayan bakterilerdi ve biraraya gelerek bir süperorganizma oluşturdular. Öyle ya da böyle -- belki biri birini yutuverdi; nasıl olduğunu asla bilemeyeceğiz -- ama çevrelerinde çeperleri oluşunca artık aynı çeperin içinde olunca, çalışmalarının üreteceği bolluk ve güç, ortaklığın yarattığı tüm iyilik, çeperin içinde kalacak ve artık bir süperorganizmamız var.

Hadi simülasyonu yeniden oynatalım ve bu sefer süperorganizmamızı beleşçilerin, asalakların, sahtekarların olduğu topluluğun içine atalım ve bakın ne oluyor:
Bir süperorganizma istediği şeyi kolayca alıyor. O kadar büyük, güçlü ve etkili ki, kaynakları yeşillerden, beleşçilerden, sahtekarlardan kolayca alıyor. Ve çok kısa sürede tüm popülasyon bu süperorganizmalardan oluşuyor. Burada size gösterdiğim şeye bazen evrimsel tarihte büyük geçiş deniyor. Darwin'in kanunları değişmez, ama şimdi sahada yeni bir tür oyuncu var ve herşey farklılaşmaya başlıyor.

Bu geçiş doğada sadece bir defa ortaya çıkan ve bazı bakterilerin başına gelen bir kaza değil. 120-140 Milyon yıl önce yine ortaya çıktı: yalnız yaşayan yaban arıları basit ilkel yuvalarını, kovanlarını yaparken; Birkaç yaban arısı aynı kovana yerleşince, beraber çalışmaktan başka şansları kalmadı, çünkü kısa sürede kendilerini diğer kovanlarla rekabet içerisinde buldular. Ve Darwin'in dediği gibi en uyumlu çalışan kovan kazandı.

Bu ilkel yaban arıları dünyayı kaplayan ve biyosferi değiştiren arılara ve karıncalara bir başlangıç oldular. Ve sonra tekrar oldu, bu defa daha olağanüstü şekilde; son yarım milyon yıl önce atalarımız toplumsal varlıklar olmaya başladıklarında, kamp ateşinin etrafında bir araya gelip işleri paylaştıklarında, vücutlarını boyayıp, ortak dillerini konuşmaya başladılar ve zamanla ortak tanrılarına tapındılar. Aynı kabileden olduklarında, ortaklıklarının faydalarını da içeride tuttular. Ve bu gezegen üzerinde bilinen en güçlü silahı buldular, ortak çalışma -- yapıcı olduğu kadar yıkıcı bir silah.

Elbette, insan grupları hiç bir zaman arı kovanlarındaki kadar uyumlu olmadılar. İlk başlarda arı kovanı gibi görünseler de sonradan dağılmaya meyilliler. Bizler ortak çalışmaya arılar ya da karıncalar kadar sıkıca bağlı değiliz. Aslında, sık sık Arap Baharı ayaklanmalarında da gördüğümüz gibi, bu bölünmeler dini çizgiler üzerinde ortaya çıkıyor. Ancak, insanlar bir araya geldiklerinde ve aynı hareketin parçası olduklarında dağları yerinden oynatabilirler.

Size gösterdiğim fotoğraflardaki insanlara bir bakın. Sizce sadece kişisel çıkarları için mi oradalar? Yoksa, kendilerinden vazgeçip bir bütünün parçası olmalarını sağlayan bir toplumsal çıkar için mi oradalar?

Tamam, işte bu, benim konuşmamın TED standartlarında yapılmış haliydi. Ve şimdi, tüm konuşmamı yeniden üç dakika içinde görüntülü şekilde yapacağım.

(Video) Jonathan Haidt: Biz insanların çeşitli dini deneyimleri vardır, diye açıklar William James. En yaygını gizemli merdivenleri tırmanıp kendimizi kaybetmektir. Bu merdiven bizi dindışı ya da sıradan hayatlarımızdan çıkarıp kutsal ya da derinden bağlı hayat deneyimlerine götürür. Durkheim'ın açıklamalarına göre biz birbirimize bağlıyız. Darwin'e göre de bağlıyız çünkü, çoklu seçimlerden geçerek evrimleştik. Bu merdivenlerin bir adaptasyon mu yoksa sadece bir hata mı olduğunu bilemiyorum, ama adaptasyonsa, bunu anlamı çok derin. Adaptasyonsa, dindar olmak üzere evrildik.

Devasa dini oluşumlara katılmak için evrildiğimizi söylemiyorum. Tüm bunlar çok yeni ortaya çıktı. Demek istediğim etrafımızdaki kutsallığı görmek ve diğerlerine katılarak kutsal nesneleri, insanları ve düşünceleri tavaf etmek için evrildiğimiz. Bu yüzden siyaset böylesine kabul görüyor. Siyaset biraz profan, biraz da kişisel çıkarlara hitap ediyor. Ama aynı zamanda da kutsallıkla ilgili. Diğerleriyle bir araya gelip ahlaki fikirleri takip etmekle ilgil. İyi ile kötü arasındaki o sonsuz savaşla ilgili ve hepimiz kendimizin iyi tarafta olduğuna inanıyoruz.

Ve daha da önemlisi, merdiven gerçekse, bu bize modern hayattaki daimi tatminsizlik eğilimini açıklar. Çünkü insanoğlu, bir bakıma, arılar gibi toplu yaşayan varlıklardır. Biz arıyız. Aydınlanma sürecinde kovanlarımızdan çıktık. Eski oluşumları yıktık ve ezilenlere özgürlüğü getirdik. Dünyayı değiştiren yaratıcılığı serbest bıraktık ve sonsuz rahatı ve zenginliği başlattık.

Bugünlerde ise yalnız arılar gibi özgürlüğümüzü kutlayarak etrafta uçuşuyoruz. Ama bazen de merak ediyoruz: Hepsi bu mu? Hayatımla ne yapmalıyım? Eksik olan ne? Eksik olan birbirimize bağlı olmamıza rağmen, modern ve laik toplumun, dindışı ve sıradan olan benliklerimizi tatmin etmek için kurulmuş olması. Bu aşağı seviyede hayat gerçekten rahat; Gel ve ev-eğlence merkezimde yerini al.


Modern hayatın en zor yanı ise merdivenleri tüm o karışıklığın ortasında bulmak ve tepeye tırmanarak asil ve iyi bir şey yapmak. Bu isteği Virginia Üniversitesi'ndeki öğrencilerimde görüyorum. Kendilerini içine atabilecekleri bir çağrı ya da bir amaç bulmak istiyorlar. Hepsi kendi merdivenini arıyor. Ve insanların sadece bencil olmadıklarını görmek bana umut veriyor.

Çoğu insan küçüklüklerinin üstesinden gelmek ve daha büyük bir şeyin parçası olmak istiyor. Ve bu da 400 yıl önce ortaya çıkan metaforun olağanüstü yankılanışını açıklıyor. "Hiç kimse sadece kendinden oluşan bir ada değildir. Herkes anakarayı oluşturan bütünlüğün bir parçasıdır."

JH: Teşekkürler.
 Jonathan Haidt